İnsan, yalnızca dışarıdan gözlemleyen bir varlık değil, çevresinde olan biteni içsel olarak deneyimleyen bir tanıktır. Sosyal bir varlık olarak, toplumda yaşanan her kırılma, bireyin iç dünyasında derin izler bırakır. Birçok insan, içinde bulunduğu belirsizlikle birlikte güvende olup olmadığını sorgularken, gelecekten duyduğu kaygı, her geçen gün birikerek içini sarar. Adaletsizliğin veya bastırılmışlık hissinin yol açtığı öfke, dışa vurulmadığında, zamanla ilişkilerde zorluklar yaratacak bir içsel birikime dönüşebilir. Diğer taraftan, sesinin duyulmadığı ve çabasının göz ardı edildiği duygusuyla, bireylerde inanç kaybı ve umutsuzluk gelişebilir, bu da toplumsal bağları zayıflatır. Ayrıca, kimseye kendini anlatamadığı hissiyle şekillenen yalnızlık, insanı içe kapanmaya zorlar. Son günlerde, içinde bulunduğumuz ülke sokaklarında yaşananlar yalnızca politik bir tartışmanın değil, bir yanıyla da insan ruhunun en temel ihtiyaçlarının —görülmek, duyulmak, güvende hissetmek— yaralanmasının öyküsüdür.
Bu ruhsal kırılmaların kökeninde, bireyin kimliğinin nasıl şekillendiğine dair önemli ipuçları bulunur. Bireyin kimliği ve ruhsal yapısı, diğer bireylerle olan etkileşimlerinde şekillenir. İnsan, kendisini başkalarının gözlerinde “görülme” ihtiyacını taşır. Bu, yalnızca fiziksel bir görünürlük meselesi değil; var olduğunu, bir özne olduğunu, bir hikâyenin içinde yerin olduğunu bilmek ve hissetmektir. Görülmek, kişinin kendi varlığını doğrulayan bir yansıma arayışıdır ve toplumsal kimliğini kurma sürecinin de temel bir parçasıdır. Birey, toplumun bu denli kaotik yapısı içinde bu görünürlüğü yitirdiğinde, kimliğini, düşüncelerini ve duygularını anlamlandırmakta zorlanabilir.
Bu noktada, sadece “görülmek” değil, aynı zamanda “duyulmak” da bireyin ruhsal bütünlüğü açısından önemli bir ihtiyaçtır. Bion der ki, düşünce önce duygulanımdır. Ve bu duygulanım, ancak bir başkası tarafından karşılandığında, düşünceye dönüşebilir. Başka bir ifadeyle, bir insanın düşünce geliştirebilmesi için, önce duygularının fark edilmesi ve dışarıya yansıtılması gerekir. Örneğin, bebeğin ağlaması, bir karşılık bulduğunda anlam kazanır. Aksi takdirde o ses ve beraberindeki duygu, sadece boşlukta çırpınan bir yankıdır. İnsan, sesinin duyulmasıyla var olur. Toplumsal olaylar karşısında bireyler çoğu zaman duyulmadıklarını hissederler. Talepleri, acıları, korkuları, kolektif gürültünün içinde boğulur. Oysa insan, sesiyle vardır. Duyulmak, sadece konuşma hakkı değil; dinlenilme, anlaşılma, iç dünyasına bir kapı açılma arzusudur.
Bireyin görülme ve duyulma ihtiyacının temelinde ise güven duygusu yatar. Güven ise, bir bağlanmanın ürünüdür. Bebek, bakım verenin tutarlılığıyla dünyaya güvenmeyi öğrenir ve bu deneyim, dünyayla, hayatla, diğer insanlarla kurduğu ilişkinin temelini oluşturur. Eğer bakım tutarsız, kaotik ve istikrarsızsa, güven duygusu yerini sürekli bir tetikte olma haline bırakır. Üstelik bu durum yalnızca bebeklik döneminde kalmaz; erişkinlikte de devam eder: Toplumsal yapılar, bireyin güven duygusunu belirleyen yeni “bakım veren”lere dönüşür. Bir toplumda hukuk sistemi işlemiyorsa, adalet duygusu zedelenmişse, bilgi kirliliği egemense, ruhsal zemin de sarsılır; bireyler içsel dünyalarında bir çözülme ve belirsizlik yaşarlar.
Dolayısıyla, güvende hissetmek insanın psikolojik temel ihtiyaçlarından biridir. Bu duygu, yalnızca fiziksel bütünlüğümüzün korunması anlamına gelmez. Aynı zamanda fikirlerimizin, varoluş biçimimizin ve sesimizin de dokunulmaz olduğunu hissetmemiz gerekir. Fakat sokakta, parkta, bir etkinlikte yan yana durmanın bile endişe doğurduğu bir toplumda, güven duygusu kırılır. Ve bu kırık, karşımıza kaygı, öfke ya da umutsuzluk olarak çıkar. Nitekim kriz dönemlerinde travmaların bu kadar derin izler bırakmasının bir nedeni de budur: Güven duygusu hem bireysel hem kolektif düzeyde kırılır. Oysa insan ruhu, ancak güvende hissettiğinde oyun oynayabilir, düş görebilir, hayal kurabilir, dünyayı keşfetmeye cesaret edebilir. Winnicott’un “geçiş alanı” dediği yaratıcı alan, ancak güvenin beşiğinde var olabilir.
Tüm bu duygusal katmanlar içinde, insanın kendine ve başkasına yönelttiği sorular gittikçe derinleşir. Bugün içimizde taşıdığımız belirsizliği, üzüntüyü, öfkeyi nereye koyacağımızı bilmesek de; onu yok saymadan, bastırmadan, birlikte taşıyarak anlamlandırabiliriz. Ruhun tanıklığı, inkârla değil, anlaşılarak hafifler. Yarayı taşırken ışığı da taşımak kolay değildir. Ama mümkündür. Ve bu ışık bazen bir terapistin odasında, bazen bir dostun bakışında, bazen de yazdığınız bir cümlede yeniden parlar.
Psk. Dan. Merve Şenli
Kaynakça
Bion, W. R. (1962a). Learning from experience. London, UK: Tavistock
Bowlby, J. (1980). Attachment and loss: Vol. 3. Sadness and Depression. New York: Basic Books.
Winnicott, D. W. (2005). Playing and Reality (2. Basım). Routledge Classics.