“Mükemmel hale gelen, olgunlaşan her şey — ölmek ister. Olgunlaşmamış her şey yaşamak ister. Bütün acı çekenler yaşamak ister, böylece belki olgun ve neşeli ve arzulu olabilir — daha ileride, daha yüksekte ve daha parlak olanları arzular.”
Var olan her canlı bir gün ölür. İnsan ise ölümün kendi varlığını yok edeceğini belki de başka hiçbir canlının bilemeyeceği gibi bilir. Bir gün öleceğimizi bilsek de gündelik hayat akışında ölüm bize değmeyecekmiş gibi, uzak bir gelecekteymiş gibi, ölümsüzmüşüz gibi yaşarız; ölümle karşılaşmamız bir ötekinin ölümü üzerinden gerçekleşir. Bir başkasının sonluluğuna tanık olmak, ölümü bizim için soyut ve olasılık halinden çıkararak somutlaştırır.
Öngörülemeyen, kaçılamayan, kontrol edilemeyen bu gerçekle yüzleşiriz. Ve yaşamımızın sınırlı oluşu hepimizde bambaşka açılardan kaygı ve korku uyandırır. Kimileri ölüm anından, kimileri geride bıraktıklarından, kimileri yalnız kalmaktan, kimileri ölümden sonrasından korkar. Bu nedenle, bir gün bu dünyada var olmayacağımız gerçeğiyle yüzleşmek kolay olmayabilir.
Bir taraftan, ölümle yüzleşmek hayatı anlamlı yaşamaya dair bir davet de olabilir. Ölüm, yaşamın sınırlarını belirleyerek bizi hayatta kalan her anı dolu dolu yaşamaya teşvik eder. Yaşam, ölümle sınırlandığı için anlam kazanır ve bu sınır bizi hem eyleme hem de içsel bir derinliğe davet eder, seçimlerimizi daha anlamlı hale getirir ve insanın kendi hayatını dilediği gibi şekillendirme cesaretini doğurur. Ölüme bakmak, aynı zamanda yaşama bakmak demektir. Ölümün ve ölümlülüğün farkına varmak, yaşama ve varoluşa anlam kazandırır. İnsan da hayatında bir anlam bulduğu sürece ölüm korkusuyla yüzleşme cesareti bulur.
Yaşam ve ölüm birbirine zıt değil, birbirini tamamlayan süreçlerdir. Hayat, olgunlaşma sürecidir; ölüm ise bu sürecin doğal ve kaçınılmaz sonucudur. Olgunlaşmış olan her şey, yaşamın döngüsünü tamamlayarak, sonlanmak yani ölmek ister; olgunlaşmamış, eksik kalan her şey ise yaşamak ister. Bir bakıma, hayat ne denli anlamlı yaşanmamışsa ölümden o denli çok korkarız; hayattan aldığımız doyum ne denli azsa ölümden o denli çok korkarız. Hayattan alınan tatmin hissi ölüm korkusunu hafifletir. Hayatımızı anlamlı kılabildiğimiz ölçüde ölüm bizim için doğal ve kabul edilebilir hale gelir.
Ölümü anlamlandırmaya çalışırken, bu süreci bir nehrin akışı gibi düşünebiliriz. Nehir, kaynağından doğar, engellerle karşılaşır ve en sonunda denize ulaşır; yolculuğu boyunca her an kendi varlığıyla yüzleşir. Suyun akışı, bir an için bile durduğunda varlığını kaybedecektir. İnsan da tıpkı bu nehir gibi, varoluşunun nihai sona doğru aktığını bilir. Fakat bu bilgi yaşamı durdurmaz; aksine, ona yön verir. Ölümün karşısında hayata daha sıkı sarılmak gerekir çünkü ölüm hayatın içindedir. Yaşanan tüm acılara, zorluklara, çaresizliklere rağmen bazen küçücük bir ana sığınıp yaşamaya tutunmak, yaşamda bir anlam yaratmak insanın kendi varoluşunu daha derin bir şekilde anlamasına ve kendisiyle, hayatla ve ölümle olan ilişkisini şekillendirmesine yardımcı olabilir.
Psk. Dan. Merve Şenli
Kaynakça
Jung G. C. Ruh ve ölüm. In: Gürol E, Ed. Analitik Psikoloji, İstanbul: Payel Yayınevi, 1997.
Kubler-Ross, E. (1997). Ölüm ve Ölmek Üzerine. (B. Büyükal, Çev.). Boyner Holding Yayınları.
May, Rollo (2012). Varoluşun Keşfi. İstanbul: Okuyan Us.
Yalom, I. D. (2018). Varoluşçu Psikoterapi. Pegasus Yayınevi.