“Bağ”

 Bir ötekinin varlığından mutluluk duyabiliyor musunuz? O ilişki içinde olduğunuz halinizle kabul gördüğünüzü hissediyor musunuz? Yanında tümüyle kendiniz olabiliyor musunuz? Tüm hatalarınıza, yüklerinize, defolarınıza rağmen içeri buyur edildiğinizi hissediyor musunuz? Yargılanmaktan, sıkmaktan, boğmaktan korkmadan bir ötekine en karanlık yanlarınızı, kör noktalarınızı “Bak bende bunlar var!” deyip açabiliyor musunuz? Kendinizi bir başkasına rahatça bırakabiliyor musunuz? Görülmekten endişe duymadan karşısında şeffaf kalabiliyor musunuz? Bir duvarın ardından değil de kalkanlarınızı indirip iletişim kurabiliyor musunuz? Tüm gerçekliğinizle güvenebiliyor musunuz?

           Bunları içtenlikle yapabiliyor ve deneyimleyebiliyorsanız güvenli bağlanabilmişsinizdir. Peki güvenli bağlanma nedir? Kimlere güvenli ya da güvensiz bağlanmış deriz? Güvenle bağlanabilmek hangi yollardan geçer? Zihnimizde beliren tüm bu soruların cevabını John Bowlby’nin ortaya attığı kişilik gelişim teorisinden bulabiliriz: “Bağlanma Kuramı”.

           Teorinin kuramcısı Bowlby “Bebek annesiyle veya birincil bakım veren figürüyle arzu ettiği gibi sıcak, yakın ve devamlı olan bir ilişki deneyimlemeli.” demiştir. Dünyaya gözlerimizi kendi gereksinimlerimizi kendi başımıza karşılayabilecek şekilde açmayız, hayata tutunmak için bir ötekinin varlığına ihtiyaç duyarız. Bu bağlamda, bebekken sahip olduğumuz temel fizyolojik ihtiyaçlarımızın yanı sıra sevgi, şefkat, güven, anlayış gibi duygusal ihtiyaçlarımızın da birincil bakım veren tarafından görülmesi, kapsanması ve karşılanması hayati bir önem taşır. Bu bağa bu denli önem atfedilmesinin nedeni anneyle inşa ettiğimiz bu duygusal bağın yaşamımız boyunca kurduğumuz ve kuracağımız muhtemel diğer tüm ilişkilerimizin belirleyicisi olmasıdır. Yaşamın ilk yıllarında edindiğimiz bu gözlüğün ardından dünyaya bakarız, başkalarını ve ilişkilerimizi anlamlandırırız. Belki de tam bu noktada bir ötekine kendimizi bırakabiliyor olmak, güvenebiliyor olmak, ilişkilenebiliyor olmak ötekinden çok bizimle alakalıdır. Bebeklikte tohumları atılan ve sayısız deneyimle şekillendirilen bu bağ, bize yaşam boyu ilişkiler kurmayı ve sürdürmeyi öğretir. Bu öğrendiklerimizi hayatımız boyunca diğer ilişkilerimize de aktarırız çünkü en iyi bildiğimiz ilişki kurma yolu bu duygusal bağdan bize kalanlarladır.

          Yaşamımızın ilk yıllarında annemizi (birincil bakım veren figürümüzü) güvenli bir liman olarak algılayabilirsek, büyüdüğümüzde başkalarına güvenebilir, samimiyet geliştirebilir, yakınlık kurabilir, etrafımızdakileri ve dünyayı güvenli bir yer olarak algılayabiliriz. Güvenle bağlanan insanlar zümresindeysek ilişkiler kurmaktan korkmayız çünkü samimiyetten güç alan ilişkiler yaratabilmenin yolu benliğin şeffaf bir şekilde ortaya konulmasından geçer. Bir yerlerde tüm benliğimizle var olabilmemize alan açılmışsa, bir ötekine güvenebilmek nedir öğrenebildiysek ve “Ne yapmış olursan ol seni sadece sen olduğun için seviyorum!” mesajını almışsak, benliğimizi ortaya koymaktan rahatsızlık duymayız. Güvenle bağlanabildiysek, içimizde kopan fırtınaları kendi başımıza dindirebilmekte de iyiyizdir, gücümüzün yetmediği yerde sevdiğimiz, güvendiğimiz bir ötekinin bizim için orada olduğunu bilip yardım eli istemekte de iyiyizdir. Tıpkı en başta da bahsedildiği gibi, güvenin etrafında sarmalananlar hayatındaki insanları yalnızca o oldukları için sever; yanlarında gizlenme ihtiyacı hissetmez, kendilerini filtrelemezler. Kendilerini bir ambalaja sarma gereği duymadan var oluşlarının en gerçek halleriyle bir ötekinin kapısını çalmaktan gocunmazlar. 

          Peki ya bu denli şanslı değilsek? Yaşam deneyimlerimiz bizi güvenle bağlanmaktan alıkoyduysa? Bowlby’e göre, birincil bakım veren figürüyle güvenilir bağlar kuramamış bireyler kaygılı, kaçıngan veya korkulu kaçıngan bağlanma stratejileri geliştirirler. Bağlanılan figür ihtiyaçlarımıza duyarlı değilse, bizim için ulaşılabilir değilse, duygusal olarak etkileşim kuramamışsak ve hatta kötü deneyimlerimizin mimarı olup tarafımızca tehlikeli olarak algılandıysa orada güvenle bağlanabilmekten söz etmek zordur.

          Kaygılı bağlandıysak mesela, tutarsız ebeveynlere sahip olmamız çok muhtemeldir. Bakım verenimizin orada bizim için hazır bulunduğu; bizi sevdiği, gördüğü, duyduğu mesajını istikrarlı bir şekilde alamamışızdır. Ebeveynimiz bir vardır, bir yoktur. Bu grubun üyesiysek yakınlık kurma arzularımıza rağmen karşımızdakini kaybetmekten fazlasıyla endişe duyarız. Kendimizi karşımızdakine bırakabilmek, yakınlaşabilmek, yaslanabilmek isteriz ancak bir başkasının bizim için orada olacağına dair şüphelerimiz vardır. Reddedilmekten, terk edilmekten, yalnız bırakılmaktan, sevilmemekten, anlaşılmamaktan korkarız.

          Kaçıngan bağlanan bireylersek bağlanma figürlerimizin ulaşılabilir olmadığını ve sahip olduğumuz rahatlık ve güven ihtiyaçlarını göz ardı ettiklerini öğrenmek durumunda kalmışızdır. Sosyal bir varlık olduğumuz için ilişkiler kurma ve birbirimize bağlanma arzusu ile bu dünyaya geliriz. Eğer ki kaçıngan bağlandıysak yaşamlarımızın ilk yıllarında varoluşumuzun bir gereği olan bağlanma ihtiyacını bir başkasına taşımanın iyi bir fikir olmadığı mesajını almışızdır. Ve biliriz ki bağlanamamaktan doğan kaygıyı azaltmanın tek yolu da kaçma içgüdüsüdür. Bizim yaptığımız bir başkasından, insanlardan, ilişkilerden, hatta kendinden, kendi duygularından, kendi benliğinden kaçmaktır. Bir ötekinin omzuna yaslanıp kendini bırakabilmektense içimizdekilerin kapağını sıkı sıkıya kapatarak onlarla mücadele etmeyi öğreniriz. Karşılaştığımız sorunlarla bir başkasının yardımı olmadan, yalnız, tek başımıza başa çıkmak için didinir dururuz. Bir başkasına ihtiyaç duyma fikrine göz ucuyla bile bakmadan mesafeleniriz, soğuk durabiliriz ve yüzeysel kalabiliriz. Aslında savunmasızızdır, ama savunmasız görünmemek için kendimizi başkalarından uzaklaştırır, benliğimizi ortaya koymayız. İşte tam da bu yüzden duygusal yakınlık kurmaktan, ilişkilenmekten ve ilişkilerini derinleştirmekten kaçınırız.

          Bağlanma figürlerimiz tarafından temek ihtiyaçlarımız bile karşılanmamışsa ve travmatik deneyimler yaşamak durumunda kaldıysak korkulu kaçıngan bağlanabilmişizdir. Kendimizi bağlanma figürümüzün hem korkumuzun ana kaynağı hem de duyduğumuz bu korkunun mutlak çözümü olduğu çelişkili bir durumun içinde buluruz. Yaşanılan bu ikilem başka içsel çatışmaları da doğurur. Benliğimizi ötekine şeffaf bir şekilde açma arzusu duyarız ama bu yakınlığa olanca gücümüzle de direnç gösteririz. Kendimizi bir başkasına büyük bir güvenle, hesap yapmadan, önünü arkasını düşünmeden bırakabilmekle güvensizlik hissiyle boğuşmak arasında gider geliriz. Bu gelgitin de nedeni geçmişimizde yakın olduklarımız tarafından çokça kırılıp incitilmemizdendir. 

          Sona geldiğimizde, hepimizin insan olduğunu, her bir deneyimimizin biricik olduğunu hatırda tutmanın kıymetli olduğunu belirtmek isterim. Geçmiş deneyimlerimiz şu anın ortaya konuşunu etkilese de var olan olumsuz izleri değiştirip dönüştürecek olan da yine biziz! Yeter ki hayatla, insanlarla olan ilişkimizi koparmayalım. Güvenebilmek için, sevip sevilebilmek için, karşılıklı anlaşabilmek için, sırtımızı yaslayabilmek için, yüklerimizi bırakıp soluklanabilmek için bir ötekine de ihtiyacımız olduğunu hep hatırlayalım.

Psk. Dan. Merve Şenli

Kaynakça:

Johnson, S. M. (2019). Attachment theory in practice: Emotionally focused therapy (EFT) with individuals, couples, and families. The Guilford Press.

Rheem, K., & Rosoman, C. (2023). An Emotionally Focused Workbook for Relationship Loss: Healing Heartbreak Session by Session. Routledge.